Küçük Deniz Kızı: Ariel

Çocukluğumdan beri yaşamaktan çok okumak, konuşmaktan çok yazmakla geçti hayatım.

İlkokuldaki Türkçe derslerini hatırlıyorum da… Bir metin, hemen sonrasında da Okuma-Anlatma bölümü olurdu. Kâbusum da diyebilirim esasen. Derslerde başarılı sayılabilecek biri için anladığı bir şeyi anlatmak ne kadar zor olabilirdi ki? Ama oluyordu işte. Korkuyordum kendimi (yanlış) ifade etmekten. Bilirsiniz, o yaştaki çocuklarda acıma yoktur. Ne söylediklerini bilmezler. Hoş buna dair kötü bir anım da yok fakat yine de korkmuşum bir şekilde. Anlatamıyorum, çekiniyorum. Müfettiş geliyor, gidiyor. Ben sorusuna cevap veremiyorum. Hoca sözlü sınav yapmasın diye dualar ediyorum. Ama sosyal hayatta da -sağlıklı bir çocuk kadar- aktifim bunlara rağmen. Arkadaşlık ilişkilerimde bir problem yaşamıyorum.

Yeni yeni kitaplarla tanışıyorum o sıralar. Bir başladım mı bitene kadar okuyorum durmadan. Öyle bir hevesle… Sonra bir gün bir kitap okuyorum. Aslında ablamın kitabı. Benim için ağır denebilecek bir kitap. Ölmek üzere olan genç bir kızın günlüğü. Fazla anlamıyorum ama bitiriyorum. Mavi Saçlı Kız. O dönemde okumayanınız yoktur herhalde.

Neyse, özeniyorum ben de günlük tutmaya başlıyorum. Üstelik isim bile koyuyorum günlüğüme Burçak* gibi. Bundan önce de ‘Sabah kalktım. Elimi yüzümü yıkadım.‘dan ileri gidemeyen birkaç denemem oluyor tabii. Ama o zaman yazıyorum ilk kez  gerçek  anlamda. Hem de doğum günümde halamın hediye ettiği bir deftere. Söylemeden edemeyeceğim, halamı da zerre kadar sevmem. Bu halalar neden hiç sevilmiyor? Var bir problem.

O günlüğü yazarken yaşadığım birçok şey aklımda hâlâ. Sadece yaşasam bu kadar net hatırlar mıydım bilemiyorum. Söz uçar, yazı kalır derler ya. Öyle ama yazı da kalmadı. Attım o günlüğü yıllar önce. İnsan kendine bile katlanamıyor bazen. Ya da bazı şeyleri hatırlamak istemiyor. Günlük de bir nevi hayatımızın fotoğrafı, gözümüzün önünden gitmiyor kolay kolay.

Defter bitince başka bir tane alıp devam ettim ama onun gibi olmadı tabii. Sonra bir hikaye yazmışım ki senaryo desek daha iyi olur. 12 yaşında falanım anca. Nelerden bahsettiğimi varın siz düşünün. Şimdiki yaz dizileri yanında halt etmiş. Ama beğenemedim yaş ilerledikçe. “Ben nasıl yazmışım bunu?” dedim. Onu da attım.

Günlüklerim, senaryolarım; lisede şarkı sözlerine, olmayan platonik aşka yazılmış mektuplara bıraktı yerini.  Boyumdan büyük düşüncelerle doluyordu kafamın içi. Yine de ben suskun kalmayı seçiyordum. Zaten o yaşlarda pek fazla seçeneğiniz de olmazdı. Öyle yetiştirilmiştik çünkü. Masallarda bile öyle öğretmemişler miydi?  Ariel de insan olmak için sesinden vazgeçmiyor muydu?

Yıllar geldi, geçti. Uzun süre o kadar susmuşum, susturulmuşum; o kadar alışmışım ki sessizliğe… Şimdi söyleyecek bir şey bulamıyorum. Hâlâ yazıp yazıp siliyorum, hoşuma gitmeyenleri. Artık kalem defter de kullanılmıyor eskisi gibi. Ama hayatımda değişmeyen nadir şeylerden biridir sanırım: Yazmak. Halamın dünyama kazandırdığı tek hayırlı şeydir ayrıca.

*Burçak Çerezcioğlu: Mavi Saçlı Kız isimli güncenin yazarı.

İnsanlar Güzel Şeyleri Mahveder

İnsan daha önce hiç tecrübe etmediği bir şeye özlem duyabilir mi? Ben duyuyorum sanırım. Buna ‘özlem’ demek ne kadar doğru, onu da bilmiyorum gerçi. 20 yaşından sonra, hayatımın hemen hemen her döneminde karşılaştığım bir durum bu aslında. Kendi geçmişimin yanında; hem insanlığın, hem dünyanın yıllar yıllar önceki hâline duyduğum hayranlık… Tabii bunu -savaşlar, katliamlar, hastalıklar bir yana- toplumsal hayat açısından değerlendiriyorum. O zamanla kıyaslayınca, artık pek kıymet bilmiyoruz sanki. Hiç zorlanmadan, çaba sarf etmeden, hızlı bir şekilde elde edebiliyoruz her şeyi. Hâl böyle olunca tüketirken de hiç düşünmüyoruz. Bir o kadar tükendiğimizin farkına da varmıyoruz üstelik. Yitiriyoruz tüm değerlerimizi. Sevgiyi, iyiliği, yardımseverliği ama en çok da hoşgörüyü…

Dolabımızdaki bir çift ayakkabıyı sevdiğimiz kadar sevemiyoruz artık birbirimizi mesela. O ayakkabıları almak için harcadığımız zamanın onda birini birbirimize harcamıyoruz. Harcayamıyoruz. Tahammülümüz yok çünkü. Yeterince anlamıyoruz da anlatamıyoruz da. Karşı taraf nasıl etkilenir yaptıklarımızdan? Ne hisseder? Aklımızdan ucundan geçmiyor. Düşündüğümüz tek bir şey var: Takdir edilmek. Ayrıca kim tarafından olduğunun da bir önemi yok. Herkesin söz sahibi olabildiği bir mesele bu. Sanki duygularımız ellerimizden kayıp gidiyor ama ciddiyetini fark edemiyoruz. Önemli olan, nasıl göründüğü oluyor her zaman. ‘Elalem ne der?’in bir başka versiyonu bu da. Kendimiz için nasıl yaşarız, hiçbir fikrimiz yok. İnsanların bize uygun gördüğü sıfatlar üzerinden yönlendiriyoruz yaşantımızı. Çünkü artık hayatımızda ne var ne yok, her şeyden haberi var herkesin. Sosyal platformlardan kafamızı kaldırıp gerçeğe dönüş yapamıyoruz. Belki yalnızlığımızdan kurtulmak için, belki gerçekten birilerine faydalı olacak bir şeyler aktarabilmek için, belki sadece vakit geçirmek için… İyi ya da kötü hangi amaçla kullanıyor olursak olalım günden güne bir boşluğun içine doğru çekiliyoruz.

Teknolojinin fazla ilerlemesinden mi, bizim onu nasıl kullanacağımızı bir türlü kavrayamayışımızdan mı? Yoksa bütün bunlar, tahmin ettiğimizden de karmaşık bir nedene mi dayanıyor? Öyle olmalı ki; değer yargılarımız, olaylara bakış açımız, kendimizi ifade etme şeklimiz bile değişti bu süreçte. “Amma da geziyor be, ondaki para bende olsa…” “O adamın yanına yakışmış hiç o kadın? Ne çirkin…SİZ yapıyorsunuz tüm bunları. Onları hayatlarınızın odağı hâline getirip atacağınız her adımda bir onay bekliyorsunuz. Beğenilmek istiyorsunuz. Hiç tanımadıkları birinden bile nefret edebilen insanlar tarafından…

BİLİYORLAR. Sahip olduklarınızı da, olmadıklarınızı da. Onlara neden bu hakkı tanıyorsunuz ki? Neden izin veriyorsunuz sizinle ilgili yorum yapmalarına?

Halil Cibran da bir şeyler söylemişti bu konuda:

Gez ve kimseye söyleme

Gerçek bir aşk hikayesi yaşa, kimseye söyleme

Mutlu ol, kimseye söyleme

İnsanlar güzel şeyleri mahveder.

Uzun lafın kısası… Evimde çalan bir plak bile görmedim belki ya da kimseye mektup yazmadım -henüz telefonun yeni yeni evlerde yerini almaya başladığı o dönemlerde- ama bu yaşamın hasretini çekiyorum bugün. İnsanların bir şeyleri birilerinin gözüne sokmaya çalışmadan, kendi hâlinde yaşadığı; sevginin değerinin bir bakıştan anlaşıldığı, gerçek duyguların var olduğu o zamanların…